Bu ilişkiyi anlatmaya başlamadan önce, agroekoloji yaklaşımının ne olduğunu kısaca açıklamak faydalı olur. Agroekoloji, doğadaki doğal döngüleri tarımsal uygulamalara uyarlamayı ve tarımı da doğanın ayrılmaz bir parçası haline getirmeyi hedefleyen bir disiplindir. Bilimsel bir disiplin olmanın yanı sıra bir ideoloji ve toplumsal hareketi temsil eden bu yaklaşım, aslına bakarsak, bugüne kadar yazılarımda bahsettiğim iyi uygulamaların –toprak iyileştirme, ekim rotasyonu, kardeş bitki ekimi, su yönetimi, biyoçeşitlilik gibi– hepsini kapsar.
Peki, buradan hareketle her organik tarım uygulamasını bir agroekoloji pratiği olarak niteleyebilir miyiz? Ne yazık ki, bu kadar basit değil. Her organik tarım agroekoloji değildir, ancak agroekolojik ilkeler organik tarımı daha da güçlendirebilir. Çünkü agroekoloji, bir tarım modelinden ziyade bir ideolojiyi, bir bakış açısını temsil eder. Onu katı yazılı kurallara sığdırmaya çalışmak anlamsızdır; asıl amaç, bu yaklaşımın üretici tarafından içselleştirilmesidir. Öte yandan, organik tarım –daha önce de vurguladığım üzere– her detayı yasal bir çerçeveye oturtulmuş, resmi statüye sahip bir tarım yöntemidir. Bu kurallara uyduğunuz sürece, üretim modeliniz endüstriyel bir yapıya sahip olsa bile organik tarım yapabilirsiniz. Ancak agroekoloji, tam da organik tarımın zamanla bazı uygulamalarında karşılaştığı bu endüstriyelleşme akımına karşı çıkar. Zira endüstriyel bir üretim modeli, doğanın bir parçası olamaz ve sürdürülebilirlikten yoksundur.
Her tarımsal uygulama, az ya da çok çevresindeki dengeyi bozar. Bölgede doğal olarak bulunmayan bitki veya hayvan türlerini oraya getirip çoğaltmak, ekosistemin kusursuz harmonisini altüst eder. Bu noktada üreticinin önünde iki yol belirir: Tarımsal faaliyetlerini bu ekolojik zincirin bir halkası mı yapacak, yoksa zincirden tamamen kopuk bir ortam mı yaratacak? İlk yol, ne kadar zor ve sabır gerektirse de, uzun vadede sürdürülebilir tarımın tek anahtarıdır. Diğer yol ise –ister organik tarım kisvesi altında, ister konvansiyonel tarım olsun– doğayla bitmeyen bir savaşa girmek anlamına gelir. Bu savaş, dış girdilere bağımlı, çevresel değişimlere karşı kırılgan bir tarımsal yapı doğurur. Oysa bölgeye uyumlu bir tarım alanı, doğayla rekabet etmek yerine onunla uyum içinde ilerler ve nimetlerinden en iyi şekilde yararlanır.
Günümüzde tarım da dahil pek çok alanda, doğayı bir yol arkadaşı yerine bir engel olarak görmek en büyük sorunların başında geliyor. Bu yüzden, doğadan giderek kopan, girdiye bağımlı modeller – hidroponik, dikey tarım, kapalı sera sistemleri gibi– popülerlik kazanırken, bizimki gibi doğayla bütünleşik projeler, marjinal kalıyor. Oysa asıl zenginlik, bu bütünlüğün ta kendisindedir.
- Bir seçimin seçilmesi, tam sayfanın yenilenmesiyle sonuçlanır.